Tuncay’ın sürgün yolculuğunun nedenlerini, yaşadığı zorlukları ve taşıdığı yükleri en iyi bilenlerden biriyim. Çünkü Tuncay benim “yoldaşım”. Bu kelime, öylesine söylenmiş bir hitap değil; yılların direnişini, aynı yollardan geçmenin kardeşliğini, aynı ideallere omuz vermenin onurunu taşır. “Yoldaş” demek; bir inancı, bir hayatı, bir davayı birlikte taşımak demektir. Yani Yoldaşlık bir kelimeden çok daha fazlasıdır; bir duruş, bir yaşam biçimidir.
Mustafa abi… O benim büyüğümdü, abimdi. Tuncay’ın sürgüne gidişinden sonra ne zaman bir araya gelsek, bana “yoldaş” diyerek sarılır, gözleri parıldardı. Sanki karşısında ben değil de Tuncay duruyormuş gibi bir sıcaklıkla kucaklardı. Onun vefatını duyar duymaz büyük oğlu Turgut’u aradım. Telefonda ilk cümlesi hâlâ kulaklarımda çınlıyor:“Haydar abi, yoldaşını kaybettik!...”Kelime boğazıma düğümlendi. O an anladım ki bu, yalnızca bir ölüm haberi değil; bir dostluğun, bir yoldaşlığın, bir ömrün sessizce kapanışıydı.
Aşağıda “ bir evladın sürgünden babasına son sözleri”niiçeren veda mektubu, sürgünden gelen bir çığlık, yüreğe dokunan bir sızı gibi okunmalı. Yaşamın kaçınılmaz sonu bazen sadece bir ayrılık değildir; bazen bir ömrün hikâyesi, bir babanın kalbi, bir evladın cümlelerinde yeniden can bulur.Sessiz Bir Veda, Uzak Bir Yolculuk
Haydar Koçak
Eczacı & Gazeteci
*****************************************
Tuncay'ın duygu ve özlem dolu mektubu;
Babam…Ölüm, doğanın kaçınılmaz buyruğu; yaşamın ise ertelenemez sonu. Ama asıl zor olan, o son yolculuğunda yanında olamamak, bir veda sarılışına bile kavuşamamaktır. Sürgün, bu kez bir madalya gibi değil, göğsüme saplanan bir nişan gibi takıldı; istemeden, içim sızlayarak…
Sen, Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar, Amerikan Sargısı ve Tırpan romanlarında öylesine gerçek bir dille anlattığı o kurak Ankara köylerinde büyüdün. O topraklar insanın yalnızca ellerini, yüzünü değil, yüreğini de sertleştirir. Ama senin kalbin hep yumuşak kaldı baba… Sabahın seherinde, akşamın kızıllığında pilli radyolardan yükselen bozkırın tezeneleri senin yüreğini hep ince, hep insanca tuttu.
Bir ömrü alın teriyle yaşadın. Emekçiydin. Aileni ayakta tutmak, bizleri okutmak için tek bir gün bile geri durmadın. Memur maaşın yetmeyince pazarlarda tezgâh açtın, ayakkabı tamir ettin, kartpostal sattın. Tıpkı Züğürt Ağa filmindeki Şener Şen gibi ticarete girişip çoğu zaman hüsrana uğradın ama vicdanını hiç kirletmedin.
Aldatmadın ama aldatıldın. Haksızlık etmedin ama haksızlığa uğradın. Kimsenin emeğini sömürmedin ama senin emeğin çok kez sömürüldü. İyi bir esnaf olamadın belki ama iyi bir insan olmayı başardın. Kimseden üstün görmedin kendini, horlamadın, küçümsemedin, ötekileştirmedin.
Cesur değildin ama bu korkaklık değildi… Alevi ve emekçi kimliğinin belleğine kazınan tarihsel acılar seni hep temkinli kıldı. Kimliğini saklamadın ama görünmezliği bir savunma, bir sığınak bildin. Haksız da değildin. Çünkü hem kimliğinin hem sınıfının ağır bedellerini biliyordun. Muktedirlerle çatışmanın, yalnızca yeni yaralar açacağına inanıyordun. Bu yüzden “Yapıyorsunuz madem, öne çıkmayın bari” derdin hep.Sen benim subay olarak kalmamı, sessiz ama güvenli bir hayat sürmemi istedin. Belki hayatındaki en büyük plan buydu. Ben bozmuş oldum o planı. Tercihlerim başka bir yola düştü; gözaltılarla, davalarla, cezaevleri ve sürgünlerle dolu bir yola… Bazen sana hayal kırıklığı oldum belki ama sen sonunda hep “Razıyım senden” dedin. Ve bil ki ben de senden razıyım baba.Bugün senin yanında değilim son yolculuğunda. Ama kalbim, ellerim, gözyaşım seninle. Yattığın yer incitmesin seni. Emeklerin, bana bıraktıkların, kalbime kazıdığın o onurlu insanlık hep benimle yaşayacak.Ve bir gün mutlaka mezarının başında sana, dinlemeyi çok sevdiğin ozan Şekip Şahadoğru’dan şu dizeleri okuyacağım:“Rahmetli babamdan nasihatim bu
Yaramaz kişiden kaç derdi bana
Anladım sözünü diyemem ki şu
Dert ehline derdin aç derdi bana”Hoşça kal baba…
Hoşça kal Mustafa Yılmaz…
Mustafa abi… O benim büyüğümdü, abimdi. Tuncay’ın sürgüne gidişinden sonra ne zaman bir araya gelsek, bana “yoldaş” diyerek sarılır, gözleri parıldardı. Sanki karşısında ben değil de Tuncay duruyormuş gibi bir sıcaklıkla kucaklardı. Onun vefatını duyar duymaz büyük oğlu Turgut’u aradım. Telefonda ilk cümlesi hâlâ kulaklarımda çınlıyor:“Haydar abi, yoldaşını kaybettik!...”Kelime boğazıma düğümlendi. O an anladım ki bu, yalnızca bir ölüm haberi değil; bir dostluğun, bir yoldaşlığın, bir ömrün sessizce kapanışıydı.
Aşağıda “ bir evladın sürgünden babasına son sözleri”niiçeren veda mektubu, sürgünden gelen bir çığlık, yüreğe dokunan bir sızı gibi okunmalı. Yaşamın kaçınılmaz sonu bazen sadece bir ayrılık değildir; bazen bir ömrün hikâyesi, bir babanın kalbi, bir evladın cümlelerinde yeniden can bulur.Sessiz Bir Veda, Uzak Bir YolculukHaydar Koçak
Eczacı & Gazeteci
*****************************************
Tuncay'ın duygu ve özlem dolu mektubu;
Babam…Ölüm, doğanın kaçınılmaz buyruğu; yaşamın ise ertelenemez sonu. Ama asıl zor olan, o son yolculuğunda yanında olamamak, bir veda sarılışına bile kavuşamamaktır. Sürgün, bu kez bir madalya gibi değil, göğsüme saplanan bir nişan gibi takıldı; istemeden, içim sızlayarak…
Sen, Fakir Baykurt’un Kaplumbağalar, Amerikan Sargısı ve Tırpan romanlarında öylesine gerçek bir dille anlattığı o kurak Ankara köylerinde büyüdün. O topraklar insanın yalnızca ellerini, yüzünü değil, yüreğini de sertleştirir. Ama senin kalbin hep yumuşak kaldı baba… Sabahın seherinde, akşamın kızıllığında pilli radyolardan yükselen bozkırın tezeneleri senin yüreğini hep ince, hep insanca tuttu.
Bir ömrü alın teriyle yaşadın. Emekçiydin. Aileni ayakta tutmak, bizleri okutmak için tek bir gün bile geri durmadın. Memur maaşın yetmeyince pazarlarda tezgâh açtın, ayakkabı tamir ettin, kartpostal sattın. Tıpkı Züğürt Ağa filmindeki Şener Şen gibi ticarete girişip çoğu zaman hüsrana uğradın ama vicdanını hiç kirletmedin.
Aldatmadın ama aldatıldın. Haksızlık etmedin ama haksızlığa uğradın. Kimsenin emeğini sömürmedin ama senin emeğin çok kez sömürüldü. İyi bir esnaf olamadın belki ama iyi bir insan olmayı başardın. Kimseden üstün görmedin kendini, horlamadın, küçümsemedin, ötekileştirmedin.
Cesur değildin ama bu korkaklık değildi… Alevi ve emekçi kimliğinin belleğine kazınan tarihsel acılar seni hep temkinli kıldı. Kimliğini saklamadın ama görünmezliği bir savunma, bir sığınak bildin. Haksız da değildin. Çünkü hem kimliğinin hem sınıfının ağır bedellerini biliyordun. Muktedirlerle çatışmanın, yalnızca yeni yaralar açacağına inanıyordun. Bu yüzden “Yapıyorsunuz madem, öne çıkmayın bari” derdin hep.Sen benim subay olarak kalmamı, sessiz ama güvenli bir hayat sürmemi istedin. Belki hayatındaki en büyük plan buydu. Ben bozmuş oldum o planı. Tercihlerim başka bir yola düştü; gözaltılarla, davalarla, cezaevleri ve sürgünlerle dolu bir yola… Bazen sana hayal kırıklığı oldum belki ama sen sonunda hep “Razıyım senden” dedin. Ve bil ki ben de senden razıyım baba.Bugün senin yanında değilim son yolculuğunda. Ama kalbim, ellerim, gözyaşım seninle. Yattığın yer incitmesin seni. Emeklerin, bana bıraktıkların, kalbime kazıdığın o onurlu insanlık hep benimle yaşayacak.Ve bir gün mutlaka mezarının başında sana, dinlemeyi çok sevdiğin ozan Şekip Şahadoğru’dan şu dizeleri okuyacağım:“Rahmetli babamdan nasihatim buYaramaz kişiden kaç derdi bana
Anladım sözünü diyemem ki şu
Dert ehline derdin aç derdi bana”Hoşça kal baba…
Hoşça kal Mustafa Yılmaz…











Muatafa emmimi çok severdim. Ne zaman ki, köyde bir iş yapsak yanımıza gelir, yardım ederdi. Üzmeden konuşurdu. Gönlü güzeldi, ruhu şad olsun.